K­ü­l­t­ü­r­ ­&­ ­s­a­n­a­t­

K­ü­l­t­ü­r­ ­&­ ­s­a­n­a­t­

Ikarus’un Düşüşü, Pieter Brueghel, 1595, Van Buuren Müzesi

Resme şöyle bir baktığınızda özel birtakım şeylerin olduğunu düşünmeniz için hiçbir sebep yok gibi. Herhangi bir an… Çiftçi ata koştuğu pullukla toprağı sürüyor, çoban hayvanlarını otlatıyor, gemi körfez boyunca adaların ve liman şehirlerinin arasından yelkenlerini dolduran rüzgârın sayesinde yol alıyor. Başka gemiler de var. Uzak liman kentinde hayat devam ediyor, güneş tepede…

Her şey böyle görünüyor olsa da Antik Yunan Mitolojisi’nde anlatılan üzücü bir hikâyenin dramatik bir anına tanıklık ediyoruz aslında. Ressam Peter Brueghel, yaşadığı 16. yüzyılın gemileri ve yerel kıyafetlerinin arasında resmederek o çok eski hikâyeyi yeniden canlandırıyor. Üstelik olağanüstü etkileyici ve hatta sarsıcı bir kompozisyonla.

Hadi, biraz daha yakından bakalım.

Elindeki bastona yaslanarak yukarı doğru bakan çoban aslında hayaller kurmuyor. Her ne kadar bunun gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu ayırt etmekte zorlansa da gözleriyle yukarıdaki o sıra dışı manzarayı takip ediyor Daedalos.

Antik dünyanın en büyük dâhilerinden… Mimar, zanaatkâr ve gökyüzünde kendi yaptığı kanatlarla süzülüyor. Daedalos, Sokrates’in bir diyalogda soyunun ondan geldiğini söylediği iz bırakmış bir karakterdir. Girit kralı Minos’un şehrinde yaşamış ve onun oğlu olan yarı boğa yarı insan canavar Minotaurus’un yaşayacağı o karmaşık labirenti inşa etmişti. Bu öyle bir labirentti ki bir giren bir daha asla çıkamazdı. Ama bir gün Theseus isminde bir genç o labirentin içinde Minotaurus’u mağlup edecekti. Bunu yaparken de sihirli bir ip yumağı kullanacak, bu yolla kaybolmadan labirentin merkezine inecek ve yine sonra kaybolmadan çıkışı bulabilecekti. Ona bu sihirli ip yumağını veren âşık olduğu ve Kral Minos’un kızı olan Ariadne’den başkası değildi. Bu ipi Ariadne’ye Daedalos vermişti.

Minos, onu, eşini ve çocuğunu yüksek bir kuleye mahkûm etti. Belki de orası resimde ufuk çizgisine yakın resmedilen yüksek kalelerin olduğu yerdir.

Bir süre sonra eşi dayanamadı ve öldü. Sonra Daedalos, kuşların uçuşlarını incelemeye başladı ve mahkûm oldukları yere düşen kuş tüylerini toplamaya başladı. Bunları hücrelerinde erittiği mumlarla birbirine yapıştırdı ve böylece dört büyük kanat oluşturdu. Oğlu Ikarus’la birlikte bu olağanüstü yolla kuleden kaçmaya karar verdiler.

Daedalos, Ikarus’a da uçmayı öğretti ve ona dedi ki: “Ikarus, orta sınır çizgisinde ilerlemen için uyarıyorum seni. Daha aşağıya inersen suyun kanatlarını ağırlaştırmaması ve daha yükseğe çıkarsan ateşin yakmaması için…”

Gelin buradan sonrasını 2000 yılı aşan şu satırlarda Ovidius anlatsın bize:

“İşiyle uyarıları arasında yaşlı yanakları ıslandı ve baba elleri titredi. Öpücükler verdi oğluna bir daha yineleyemeyeceği… Hem kanatlarıyla yükselerek önünde uçar hem de yoldaşı için korkar tıpkı bir kuş gibi… Hani narin yavrusunu yüksek yuvasından gökyüzüne sevk eden.
Daedalos, teşvik eder ardından gelmesi için ve yıkım getiren sanatını öğretir. Hem hareket ettirir kendi kanatlarını hem de oğlununkilere dönüp dönüp bakar.”

Ama görünen o ki, Daedalos, bulamıyor şimdi gökyüzünde Ikarus’u…

Peki siz… Siz, Ikarus’u bulabildiniz mi?

İşte orada…

Uçuşan son birkaç kuş tüyünün arasından denize düşmüş ve yalnızca çırpınan bacakları görünüyor. Çünkü Ikarus…

Ovidius anlatsın:

Oğlan pervasız uçuşundan zevk almaya başlayıp önderini bıraktığında ve semanın arzusuyla kendinden geçip oldukça yükseklere yol aldığında Güneş’in yakınlığı yumuşatır kokulu balmumunu, kanatların yapışkanı olan. Eriyip gitmişti balmumu: Icarus, çıplak kollarını sallar ve kanattan yoksun, hiçbir şekilde havayı hissetmez, babasının adını çağıran ağzı yeşil sulara karışır, adını ondan alan.”

Ovidius’un söylediği gibi bugün Sakız Adası’nın güneyindeki o denize, Icarian Denizi denir.

…ve devam eder Ovidius:

“Bunları, sallanan oltasıyla balık yakalayan biri, ya değneğine dayanan bir çoban ya da sabanının sapına dayanan bir çiftçi görür ve şaşıp kalırlar; etere doğru yol alabildikleri için onların tanrılar olduğuna inanırlar.”

İşte tam bu anda Bruegel’in dehası başlıyor. Onlar tanrı değiller, ölüme ve acıya tabiler ve bu, gökyüzünde asılı kalmış, çaresizce gözleriyle gökyüzünü tarayan Daedalos için büyük bir acı.

Üstelik balıkçı, çiftçi ya da çoban da şaşıp kalmış değil. Sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam ediyorlar. Bir yerlerde, bazı insanlar kendi kıyametlerini yaşarken buna tamamıyla duyarsızlar. Hayatın içinde rollerimiz durmaksızın değişir. Bazen kendimizi Daedalos’un yerinde, bazen de çobanın, çiftçinin ya da balıkçının yerinde buluveririz.

Brueghel diyor ki bize, bu çok özel bir an. Çağlar boyunca anlatılacak büyük bir felaket ve yine diyor ki özel bir şey olduğu yok. Köylü çalışıyor, çoban hayvanlarını otlatıyor, balıkçı oltaya balık takılmasını bekliyor, gemiler süzülüyor, limanda da, kentte de yaşam kendi akışında… Ikarus’un ölümü kimsenin umurunda değil. Bilmedikleri için de değil. Bilseler ne değişirdi ki?

Çiftçi pulluğu sürerek toprağı yarmaya devam eder, yeni tohumlar, yeni yaşamlar için. Biraz daha dikkatli bakınca ağaçların altında yatan bir cenaze görürüz ve bu yolla Bruegel bize bir Flemenk atasözünü hatırlatır: “Bir adam öldü diye pulluklar durmaz.”

Bir yerlerde birileri için kıyametler koparken dünyanın dönmeye devam ediyor olması bir utanç mı? Bu, her gün ve her an tekrar etmiyor mu? Üstelik belki de dünyanın dönmeye devam etmesi bir şanstır. Özellikle bu felaketi olan insanlar için. Düşünsenize, felaketle her karşılaştığımızda bizimle birlikte bütün dünyanın çökmesi kimin işine yarardı?

Ama bazen acı, her yeri kaplar ve tüm farkındalığımızı ele geçirir. Yitirmekten ötürü acı çekeriz ve sanki artık acı çekmiyorsam bu daha fazla yitirdiğim anlamına gelecek gibi gelir bize ve bu kez de dünyayı yitirecek kadar acıya tutunur, hatta onun üzerine kapanırız. Dünyamız küçüldükçe küçülür ve acıyı savuşturamamak değildir yaşadığımız, bunu yapmayı istememektir.

Ama nefes alıp vermeye devam ederiz, var olmaya devam ederiz.

Acı çekmek, bu içe kapanmanın da neticesinde yalnızlık içinde yaşanan bir şeydir. Kimse bizim yerimize acı çekemez ya da acımızı bizden alamaz. Peki, acımızın avuntusu ya da düzeltilmesi mümkün değilse bu durumda dünya bize nasıl yardımcı olabilir?

Farkındalığımızın içinde acımızdan başka unsurların da var olabilmesi için kabımızın hacmini yeniden büyütmemiz gerekir. İşte bunun için dünya orada durur. Bizi içine almaya hazır olan bir yaşamın hâlâ var olduğunu gösterir. Onu avutmak, zamanla geçmesini sağlamak ya da kayıpları geri getirmek için değil. Gücü buna yetmez ama yeniden hazır olduğumuzda bizi kucaklamak için oradadır. Böyle bir farkındalık tarafından damıtılmış bir acı, ardında sonraki acıların izleyebileceği bir yol bırakmayacaktır. Her an yeniden kanayabilecek bir yaraya dönüşmeyecektir.

Daedalos bir daha asla uçmayacak mı yoksa oğlunu da yaşatarak uçmaya devam mı edecek? Güneşin, bulutların yolculuğunu, toprağın, denizin güzelliklerini, kıyıların, tarlaların desenlerini hayranlıkla izlemeyi bırakarak sonsuza dek ağlayacak mı?

Uç Daedalos! Uç ve oğlunun anısını da yanında uçur. Yaşamaya ve uçmaya devam et. Başka ne yapabilirsin!  Ama kederini boğmaya ve bastırmaya da çalışma. Yalnızca zihnini uçsuz bucaksız gökyüzüne aç. Kanatlarının altındaki bu güzelliği bütün yoğunluğuyla içine kabul et. Dünyanın enginliği karşısında bütün gücünle mevcut kal. Gideni içinde taşımaktan korkma. Oğlunun gördüklerini gör, hissettiklerini hisset. Onun için nefes al, onun için gülümse. Onun için dünyayı sev. Bu yaşam devam ediyor. Kendini mutsuz hissettiğin anlarda bile dünyanın güzelliğine karşı duyarlı kalmaya devam et. Şimdi değilse bile, bir an gelecek ve dünyanın güzelliği seni kucaklayacaktır.

BURHAN ELGİN 

Popular Articles

Latest Articles