M­o­s­t­a­r­’­ı­n­ ­c­a­z­i­b­e­s­i­n­d­e­n­ ­ç­ı­k­a­n­ ­n­o­t­l­a­r­ ­k­i­t­a­p­ ­o­l­d­u­

M­o­s­t­a­r­’­ı­n­ ­c­a­z­i­b­e­s­i­n­d­e­n­ ­ç­ı­k­a­n­ ­n­o­t­l­a­r­ ­k­i­t­a­p­ ­o­l­d­u­

Psikoloji alanındaki eserlerinden çok, tarihe farklı bir bakış açısıyla yaklaştığı çalışmalarıyla tanınan Gündüz Vaasaf ‘Mostari - Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü’ ve ‘Ressamın İsyanı’ adlı eserlerinde kendini yazmaya iten duyguyu anlattı: “Bosna’da Mostar Köprüsü beni cezbetti. Aylarca köprünün önünden ayrılamadım, her gün tuttuğum notlar kitaba dönüştü. Sicilya’da, Caravaggio’nun bir resmi vardı kilisede. Aldığım notlar beni başka bir insana dönüştürdü ve o notlarla bir roman karakteri yaptım.

Kitapseverlerin ‘Cehenneme Övgü, Gündelik Hayatta Totalitarizm’, ‘Cennetin Dibi, Modern Zamanda Eğlencelik Hayat’, ‘Annem Belkıs’, ‘40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra’, ‘Tarihi Yargılıyorum, ‘ ‘Türkiye Sen Kimsin? - Uçmakdere Yazıları 1’, ‘Leventname, Heyamola Yayınları’, ‘Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür!’ ‘Mostari - Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü’ ve ‘Ressamın İsyanı’ adlı kitaplarını severek okuduğu Gündüz Vassaf aslında, psikoloji alanındaki eserlerinden çok, tarihe farklı bir bakış açısıyla yaklaştığı çalışmalarıyla tanınınıyor. Bir dönem sosyoloji ve popüler kültür konularında gazetelere köşe de yazan Vassaf aynı zamanda Uluslararası Psikologlar Konseyi yönetim kurulu üyeliğinde bulunuyor. KARAR okurları için 77 yaşındaki yazarla ‘Mostari - Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü’ ve ‘Ressamın İsyanı’ adlı eserleri üzerinden kendisini yazmaya iten çıkış noktasını konuştu.

“Ressamın İsyanı”na benzer bir çalışmayı Mostar Köprüsü ile ilgili olarak okumuştuk. Mostar Köprüsünü izlemiş ve izlenimlerinizi Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü adlı kitaba dönüştürmüştünüz. Ressamın İsyanı da böyle bir çalışma. Mostari ve Ressamın İsyanı ile ilgili çıkış noktanız neydi, sizde bıraktığı “roman yazdıracak” hissi bizimle paylaşır mısınız?

Bosna’ya gittiğimde Mostar’ın karşısında bir ev ayarlanmıştı. Ev, köprüye bakıyordu. Oturma odasından köprüyü gördüm. Mostar Köprüsü beni cezbetti, hemen köprüye koştum. Aylarca köprünün önünden ayrılamadım, her gün saatlerce tuttuğum notlar kitaba dönüştü.Yoksa aklımda kitap yazmak diye bir düşünce yoktu. Sicilya’da, Caravaggio’nun bir resmi vardı kilisede. Resim beni önce cezbetmedi. Fakat sonra şunu düşündüm. Herkes bu ressamı övüyor. Ben mi bir şey kaçırıyorum. Birkaç defa daha gidip, resme bakınca bu adam bu resmi neden yapmış, diye sordum. Sorguladım. Resmi sorgularken Caravaggio’yu okumaya başladım. Ve resim zamanla bana açıldı. Notlar aldım. Aldığım notlar beni başka bir insana dönüştürdü. Notlarda kendimi bir roman karakteri yaptım sonunda. Ortaya bu kitap çıktı.

Caravaggio ve Mostar Köprüsü’nde fiziksel bir mekândan, resimden bahsediyoruz. Sizi etkileyen şey bu somut görüntü mü yoksa yıllardır aklınızda taşıdığınız soyut bir şeyin somutlaşmış hali mi?
Güzel soru. Keşke soyutla somut arasında gidip gelen birisi olabilseydim Picasso gibi. Köprü ilk bakışta aşktı. Kendini tutamamazlık hali. Caravaggio ilk başta bir meşhura meraktı giderek onunla özdeşleşmeye dönüşen.

16kr02mostari1.png

“Ressamın İsyanı” Klasik bir anlamda bir roman değil. İçinde günlük, mektuplaşma, şiirsel metinler… var. İlk yazmaya başladığınızda metnin türe ile ilgili bir düşünceniz var mıydı?

Yazacağım yoktu aklımda. Notlarla başladı. Yüzlerce sayfa okuduğum ve yazdığım notlar. Kütüphanelerden Caravaggio’ya dair ne yazıldıysa buldum, okudum. Tüm bunları birleştirince kitap olabilir mi diye yazdıklarıma baktım, olamaz, diye düşündüm. 20-30 denemeden sonra vazgeçtim. Bir arkadaşım, editörlerimden İdil Kartal, yazdıklarımı satır satır sesli olarak bana okuyunca metne ısındım, kitaba dönmeye başladı.

Romanınızca “Ressamların hepsi resmi tarih görselliğinde. Caravaggio hariç.” “Caravaggio din ekolojisti. Vatikan pisliğinin ruhumuzu kirleten izlerini resimde dönüştürerek temizliyor.” İfadeleri yer alıyor. Bu bana İslam Dünyasını ve Ortadoğu’yu hatırlattı. Bu coğrafyada geçmişte işlenen günahlarından arınmak için yapılan sanatsal çabaların yetersiz kalmasının sebebini ne olarak görüyorsunuz?

İslam dünyasının sömürgeleştirilmesiyle Batılı devletlerle ilişkileri kul-köle ilişkisine dönüştü. Kulun, kölenin sahibine özenmesiyle İslam ülkelerinin kültürü Batılı gibi olmaya evrimleşti, dönüştü. Franz Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler adlı kitabı var. Sömürgedeki Afrikalılar Tarzan filmini seyrediyor. Tarzan tek Siyahların hakkından geliyor. Siyah seyirciler beyaz adamı, Tarzan’ı alkışlıyor. Bizler de Batı ve aydınlanma kültürünü özümseyeceğimize taklide başlayınca yerimizde saymaya, maskeler takmaya başladık. İslam dünyası Abbasiler ve Endülüs Emevileri döneminde altın çağını yaşıyordu. Batı, yeni ticaret yolları bulmasıyla zenginleşir, dinden uzak seküler düşünceyi, kritik düşünceyi benimserken İslam dünyası’nda kültür olduğu yerde kaldı, kendini sorgulamaz oldu, Batı’ya aşağılık kompleksinde tarihin küllerinde kıvılcım peşinde olduğu yerde kaldı.

Bir söyleşinizde “İnanmamaya inanıyorum.” Diyorsunuz. Sürekli sorgulama hali insanı aynı zamanda asosyalleştirip, diğer insanlardan uzaklaşmasına sebep olmaz mı? Bundaki denge unsuru nedir sizce?

Asosyalleşmeden öte hayatınıza mal olabilir.Totaliter düzenler, ideolojiler, dinler sorgulanmayı kabul etmez. Kurbanları çok. Hallac-ı mansur, Giradano Bruno,Trotsky hemen akla gelen örnekler. Demin de konuştuğumuz gibi Aydınlanma sürekli sorgulama ve kritik düşünce üzerine kurulu bir toplum yarattı.

Türkiye gibi sivil toplumun kurulamadığı din ve devletin günlük yaşamda baskın olduğu ülkelerde bireyin güvenceyi ait olduğu, kendini ait hissettiği, kendini yakıştırdığı cemmatlerde buluyor.Yoksa dediğiniz gibi, yalnızlık, asosyallik, dokuz köyden kovulma durumuyla karşı karşıya. Yoksa hepimizin doğal olarak çocukluktan başlayan bir sorgulamamız var. Annemizi, babamızı sorgulamakla başlayan… Çünkü onların yanıldığını, yalan söyleyebileceklerini, bizi hayal kırıklığına uğrattıklarını görebiliyoruz.

Aslında yaşamda hepimize oyuncu diye bakıyorum, kendim dahil. Herkes statüsüne göre oynuyor. Ona göre oynamaya çalışıyor. Baba olarak, anne olarak, âşık, devlet başkanı ya da polis olarak… Denge unsuru, bu sorgulamayı oyun olarak görebilmekte sanırım. Mesele oyuna, yaşama hakkını vermekte, ahlaki olmakta. Kendimizi ciddiye alınca uyumsuzluk başlıyor.

16kr02mostari.png

İnsanların aidiyetlerinden uzaklaştıkça özgürleşeceğini mi düşünüyorsunuz? Yaşadığımız coğrafya için uzak bir ihtimal değil midir bu? Bu açıdan “Aidiyet” kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Evet aidiyetlerimizden kah kaçıyor, hatta devlet, mahalle baskısıyla sansürlüyoruz, kah onlarla taraflaşıyoruz. Türkiye’de anti-emperyalist kimliğimle ABD geçmişimi gençlik yıllarımda kendimden bile gizliyordum. Kaç yıl İngilizce kullanmayı reddettim üniversite
hocası olduğum halde. Emperyalizmin diliyle yazı yazmam, diye. Babam, DP milletvekiliydi. Adnan Bey’in çocukluk arkadaşı. Sol çevremden bunu gizledim. Taa onlarda asılmasını doğru bulmayana kadar. Kürtleri, Ermenileri, Alevileri düşünün. Aitlik iki bakımdan ters bir şey. Hem olamayan bir ‘biz’i yaratıyor hem de o bizle yargılanıyorsunuz. Cinsel kimliklerimiz de bir başka. Kadınlarla erkek kimliğimiz ile erkeklerle erkek kimliğimiz mesela. Bu nedenle aidiyetlere isyanım var. Muhammet Ali’yi Harvard’a mezuniyet konuşmacısı olarak davet ediyorlar. Konuşması bitiyor. Öğrenciler şiir şiir, diye tempo tutuyor. O da dünyanın en kısa şiirini yazıyor: “Ben. Biz.” Ne kadar ben ne kadar biziz? Hassas denge var. ‘ Ben’i ezen bir ‘Biz’ var. Bir de bizi kaale almayan bir ben var. Mesele ikisini dans ettirebilmek.

Popular Articles

Latest Articles