H­â­b­i­l­ ­v­e­ ­K­â­b­i­l­’­e­ ­f­a­r­k­l­ı­ ­b­i­r­ ­y­o­r­u­m­

H­â­b­i­l­ ­v­e­ ­K­â­b­i­l­’­e­ ­f­a­r­k­l­ı­ ­b­i­r­ ­y­o­r­u­m­

Taner Ay’ın Yaralı Gönül romanında şaşırtıcı ayrıntılar, leziz tasvirler ve insana dair her şey var. Ama hiç safsata yok. Aydın Boysan’nın deyimiyle ‘tıraş kesmiyor’. Bir yandan yitirilmiş aşklar, ihanetler ve bir imparatorluğun yok oluşu anlatılırken, diğer yandan da Hâbil-Kâbil öyküsünün farklı bir yorumu döktürülmüş. Meselesi yaralı gönüller olan roman, edebiyatta ve plastik sanatlarda pek ele alınmayan, mühürlü konuların nasıl bireysel acılara yol açtığına dair bir dönem romanı.

BESİM DALGIÇ

Tragedyayı severim. Euripides’ten Medea, Orestes, Truvalı Kadınlar, Sophokles’ten Kral Oidipus, Antigone, Elektra, Aiskhylos’tan Zincire Vurulmuş Prometheus... Bende, Akademi’nin tiyatro tarihi derslerinde tragedyayı anlatan Cevat Çapan’dan dolayı bu sevgi oluştu büyük bir ihtimalle. William Shakespeare dahil dünya edebiyatının tüm büyük yazarlarının tragedyalardan etkilendikleri muhakkak. Tolstoy’un Harp ve Sulh’unda da, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ünde de, Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde de ve daha başka birçok yapıtta bu etkiye rastlamamak olanaksız.

Taner Ay’ın Yaralı Gönül romanının adından dolayı bir melodram metinle karşılaşacağı düşünülebilir. Melodrama karşı değilim ama Yaralı Gönül bana göre müthiş bir tragedya. Bu yazının girişinde tragedyadan söz etmemin nedeni de zaten budur. Peki, romanın adı neden Yaralı Gönül? Bunun yanıtını romana bırakıyorum. Ayrıca, Yaralı Gönül bir kısa romandan çok fazlasıdır, metinde şaşırtıcı ayrıntılar, leziz tasvirler ve insana dair her şey var. Ama hiç safsata yok. Aydın Boysan’nın deyimiyle ‘tıraş kesmiyor’. Bir yandan yitirilmiş aşklar, umutsuz karşılaşmalar, ihanetler ve bir imparatorluğun yok oluşu anlatılırken, diğer yandan da iki kardeş arasında geçen Hâbil-Kâbil öyküsünün farklı bir yorumu döktürülmüş.

Romanın kahramanlarının hepsi birer yaralı gönüller dünyası. Zamanın ruhu hep büyük aldatmacalar, bu aldatmacalar nedeniyle de yaralı gönüller yaratıyor. Taner Ay’ın romanının meselesi de o yaralı gönüller; toplumsal değişimde, edebiyatta ve plastik sanatlarda pek ele alınmayan, mühürlü konuların nasıl bireysel acılara yol açtığına dair bir dönem romanıdır Yaralı Gönül. Evet, tehcir de var, ama bir tehcir romanı değil Yaralı Gönül. Zaten tehcirin haklı bir karar olup olmadığıyla hiç ilgilenmiyor, uygulamasındaki beceriksizliğin ve vahim hataların herkese ne şekilde temas ettiğiyle dertli.

kar02-yarali-gonul-kapak.jpg

Taner Ay’ın romanı Anzakların yanlış bir sahiline çıkarma yapmalarının anlatımıyla başlıyor. Çıkarma yaptıkları sahilde kıyamet kopmadan önce büyük bir sessizlik vardır. “Sessizlik ölümden de beterdi” diye yazıyor Taner Ay. Ardından Rodosto’ya geçiyor. Yazar, vicdanları yaralayan tehciri büyük bir incelikle işliyor, mühürü aşk ile kırıyor. Ama, Taner Ay’ın tehcirin nedenleriyle ve toplumsal etkileriyle ilgilenmediği de hemen belli oluyor. O daha çok olayların bireyler üzerinde bıraktığı acı tesirle ilgilenen bir yazar. Osmanlı toplumunda seçkin sayılabilecek, eğitimli, dil bilen, kültürlü, varlıklı kardeşlerin içine düştükleri cehennem çukurudur zamanın ruhu Yaralı Gönül’de.

Rodostolu yani Tekirdağlı Diruhi’nin, İstanbullu iki kardeş İsmail Safa’nın ve Mazhar’ın, Cumhuriyet Dönemi’nin tarih öğretmeni Suat Hanım’ın gönülleri yakan hikâyeleridir anlatılan. Onların hikâyeleri romanda çok hoş ve çok şaşırtıcı bağlantılarla dört ayrı bölüm olarak kurgulanmış. Bana sorarsanız, İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusacı, birkaç dil bilen iyi eğitimli hekim Mazhar’ın romanın en trajik kahramanı olduğunu söylerim. Başına gelmedik yok. Taner Ay’ın dünyanın bir yanından başka bir yanına, öz kimliğini de yitirerek savrulan Mazhar’ın Güney Amerika’daki Fransız Guyana’sındaki mahpus hayatını anlatan bölümdeki edebi tad, Louis-Ferdinand Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk veya Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği veya Henri Charriere’nin Kelebek romanlarında geçen benzer konudaki betimlemelerini hatırlatıyor. Taner Ay’ın asıl düşünceleri İttihatçılıktan Milli Mücadeleciliğe geçen İsmail Safa’da olabilir ama, yazarın kültürel Türkçülükten Türkleştirmeciliğe savrulmuş Mazhar’ı da İsmail Safa kadar çok sevdiğine eminim. Edebiyatımıza çok çarpıcı bir Habil-Kabil öyküsü verdiğin için teşekkürler Taner Ay...

Tehcir meselesine ‘60’lı yıllarda Orhan Kemal’in in Baba Evi romanında rastlamıştım ilk kez. Sonra Yağmur Yüklü Bulutlar, Kanlı Topraklar, Bereketli Topraklar gibi eserlerinde de değinmiş. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı ve Kurt Kanunu romanlarında da tekrar karşılaştık tehcir meselesiyle. Yaşar Kemal ise Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana romanında bu konuyu daha derinlemesine işlemişti. Halide Edip’ten, Tarık Buğra’ya, Ayla Kutlu’ya, Zebercet Coşkun’a kadar, araştırılırsa daha bir çok yazar, tehcir meselesine yer vermiş romanlarında. Bazıları ön yargılı, bazıları tarafsız. Yine de bunların tehcirin izleri hakkında hiçbiri doyurucu bir açıklama getiremediği kanısındayım. Murat Belge, Birikim dergisinde yayınlanan ‘Edebiyatta Ermeni Sorunu’ makalesinde bu konuya geniş bir yer vermişti. Plastik sanatlarda ise bu konu büsbütün boş. Sadece Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı, ama 2014’te ucube denilip yıktırılan İnsanlık Anıtı dışında bilinen bir şey yok. Unutmadan Louis de Bernières’nin Kanatsız Kuşlar romanını da bu listeye ekleyelim. Sinemada ise tehcirle ilgili olarak Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’nın 2002’de çektiği Ararat filmi var. Egoyan’ın filmlerini severim. Ancak bu film onun kalitesine hiç yakışmıyordu. Diasporanın zorlamasıydı, hatta daha çok müsameresiydi. Başka bir film de Fatih Akın’dandı. Türk asıllı Alman yönetmen 2014 yapımı Kesik adlı bir film çekmişti. O film de cehaletten, kulaktan dolmadan kaynaklanan başka tür müsamereydi.

Popular Articles

Latest Articles