K­e­n­d­i­ ­e­l­l­e­r­i­m­i­z­l­e­ ­y­a­p­t­ı­k­l­a­r­ı­m­ı­z­ ­y­ü­z­ü­n­d­e­n­.­.­.­

K­e­n­d­i­ ­e­l­l­e­r­i­m­i­z­l­e­ ­y­a­p­t­ı­k­l­a­r­ı­m­ı­z­ ­y­ü­z­ü­n­d­e­n­.­.­.­

İnsan bir kere kabul ettikten sonra, sonuna kadar “kaygı” halinde yaşayabilir hatta bir görüşe göre varoluşsal bir durum olduğu için buna mahkûmdur, oysa korkuyla sonuna kadar yaşayamaz.

Önce “nohut oda, bakla sofa,” arkasından başımızı sokacak bir yuva, sonra yeryüzünü imar etme vazifesi ve nihayet bizler de “insan en iyisine layıktır” ve “lüksün birazı olmaz” anlayışına evrildik. Bütün girişimcilik ruhumuzu, imkanlarımızı, yaratıcı zekamızı ve estetik zevklerimizi ortaya koyarak renkli betonladan ve parlak kıvrımlı metallerden kendimize mekânlar inşa ettik, şehirler kurduk. Ama yapabildiğimiz ancak bu oldu.

Parlak metaller tozlandı, paslandı ve çürüdü ve kendi ellerimizle yaptığımız bu şehirler bir gece yarısı sayısını tam olarak bilemediğimiz kadar çok insanı bir anda öldürdü, geride kalan bizleri de yavaş yavaş öldürüyor. Geridekilerin arasında da artık “kendi elleriyle” yaptıkları bu koca şehirlerde kendisini güvende hisseden hiç kimse kalmadı. İtiraf edilmese de şehrin ahalisi her gece tonlarca betonun başının üzerine yıkılacağı korkusuyla yatıyor, her mekâna aynı korkuyla giriyor. Bu korku uzun zamandır yaşanan diğer korkuların üzerine ekleniyor ve kartopunun çığa dönüşmesi gibi gittikçe büyüyor ve ruhları sarıp sarmalıyor, cendereye sıkıştırıyor, yırtıyor ve paramparça ediyor.

Bu korkular yumağının oluşturduğu hal ontolojik/varoluşsal “kaygı” değildir. Asli bir duygu olarak kaygı insanı daha insan kılma ihtimalini taşır halbuki korku asli değil süfli bir duygudur ve insanı zelil ve mefluç eder. Bütün bireysel ve toplumsal yaratıcı enerjiyi tüketir. Bu şehirlerde ‘Freud’dan beri” olmasa da şu andan sonra artık herkes hastadır. Ya da daha doğrusu şehirlerin kendisi hastadır.

İnsan bir kere kabul ettikten sonra, sonuna kadar “kaygı” halinde yaşayabilir hatta bir görüşe göre varoluşsal bir durum olduğu için buna mahkûmdur, oysa korkuyla sonuna kadar yaşayamaz.

Evet unutacağız, daha birkaç ay geçti unutmaya başladık bile. Bir süre sonra bütünüyle eski hayatımıza döneceğiz. Ta ki bir seher vakti çığlıklarla uyanana kadar.

Bu trajediyi söyle meşrulaştırabiliriz:

Geniş halk yığınları anlam, estetik ve hatta güvenlik hakkında düşünmezler. Hayatlarını sürdürmek için ellerine geçen her fırsatı sonuna kadar istismar ederler. Kendileri adına düşünsünler ve sorunlarına çözümler bulup bunları uygulasınlar diye sahip oldukları hakları bilmeden de olsa aralarından seçilmiş olanlara devrederler. Bizler ne kadar iyiysek aramızdan seçilenler de o kadar iyidir demek durumu kurtar mı? Trajedinin sebebi ne olursa olsun biz artık bundan daha fazlasını umabilir miyiz? “Bundan daha iyi bir şehir bulunur elbet” diyebilir miyiz? Kendi ellerimizle yaptığımız bu şehirleri bırakıp nereye gidebiliriz? Fotoğraftaki, bir tabut değilse hapishane hücresinden hiç farkı kalmayan bu siyah beyaz mekânlardan birinin penceresinden sızan solgun bir lamba ışığı bizim için bir hayat ve ümit kaynağı olabilir mi? Franz Kafka bir dostuna şöyle yazmış:

“Ümit mi? Evet var, hem de sonsuz denecek kadar çok, ama bizden o kadar uzakta ki.” Peki kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünde bozulan bu şehirde “Ümitsizlik kâfirlere mahsustur” haberi bizi ne kadar ümitvar edebilir?

Popular Articles

Latest Articles