S­e­s­i­l­ ­A­k­t­ü­r­k­ ­Y­a­z­i­o­:­ ­M­a­s­a­l­l­a­r­,­ ­H­a­y­a­l­l­e­r­ ­v­e­ ­K­a­b­u­s­l­a­r­

S­e­s­i­l­ ­A­k­t­ü­r­k­ ­Y­a­z­i­o­:­ ­M­a­s­a­l­l­a­r­,­ ­H­a­y­a­l­l­e­r­ ­v­e­ ­K­a­b­u­s­l­a­r­

Yeryüzünün Yanıtı

Yeryüzü kaldırdı başını

Kasvetli ve korkutucu karanlıktan.

Işığı yitmiş,

Korkudan taş kesilmiş!

Ve zincirleri boz bir kederle kaplanmış.

 'Tutsak düştüm kıyısında denizin

Yıldızlı Kıskançlık bekler sığınağımı:

Üşümüş ve ağarmış,

Gözyaşlarına boğulmuş,

İşitiyorum eskil insanların babasını.

 'İnsanların bencil babası!

Zalim, kıskanç, bencil korku!

Doğurabilir mi,

Zincirlenmiş geceden,

Gençliğin bakireliğini ve sabahın tâkatini?

'Bahar gizler mi sevincini?

Tomurcuklar ve goncalar açtığında?

Çiftçi

Gece mi serper tohumu,

Ya da karanlıkta mı sürer sabanı?

'Kır bu ağır zinciri

Kemiklerimi donduran.

Bencil! kibirli!

Sonsuz ölüm!

Sensin Özgür Aşkı tutsak kılan.'

William Blake

Mitoloji ile çok erken yaşlarda tanıştım.

Mitoloji ile çok erken yaşlarda tanıştım.

Ablam, arkeometri
aşkıyla harıl harıl ders çalışırken kitabı elime tutuşturur ve bana işledikleri
konuları anlatırdı. Anlatarak ders çalışma alışkanlığı bana büyülü bir dünyanın
kapısını açıyor, o canını dişine takmış sınava çalışırken, ben, ya sembolleri
çözmeye ya da Sanskritçe kelime ve kalıpları anlamaya çabalıyordum. En sevdiğim
dersi ise mitolojiydi. “Resmi bir görev”le kendi hayatımda yapmam gerekenleri
bir kenara bırakıp tanrıların yerine kendimi koyarak, hayaller peşinde
koşabiliyordum. Bu, Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’de prensesin peşindeki kara
kalpli büyücüden kaçıp cücelere sığınması ve sırf bu yüzden cücelerin bütün ev
işini yapması, ya da Rapunzel’in tek büyük eylemi olan kurtarılmayı beklemek ve
“o gelene kadar” direnmek olmasından çok daha çekiciydi.

 “En çok sevdiğim” tanrıyı
veya tanrıçayı bulmak için gösterdiğim çabalar ise hep sonuçsuz kaldı. Zeus
olmak istesem Apollon’u, Afrodit olmak istesem Athena'yı güzel buluyordum. Karmaşık bir durumdu yani ve
dahası hepsinin bir arka kapısı vardı. Mesela
Apollon’a çok öfkeliydim, kız kardeşine ihaneti yenilir yutulur gibi değildi;
“sana ne”ydi Artemis’in aşkından… Ama yine de bu hain ağabey yetenekleri ile
kendine hayran bırakıyordu. Bu sebeple tüm tanrıları sadece beğendiğim özelliklerinden
sevmeye karar verdim.

Herakles’in
öfke krizindeyken tüm sevdiklerini katletmesi, Odyseusun çilesi, Apollon’un Daphne’ye
olan aşkı gibi anlamaya çalıştığım açık-örtük hikaye içinde, favorim
elbette en romantik olanı, kökeni Hint Mitolojisine dayanan kadın ve erkeğin
yaradılışıydı.

Şu an hatırımda kaldığı kadarıyla şöyleydi;

Çok çok uzun bir zaman önce, uzak, çok uzak bir galakside
insanlar cesurmuş, yaşadıkları dünyada adalet, dürüstlük, saygı ve sevgi
varmış. Tanrılar tarafından eğitiliyor ve insanlar öğrendiklerini mükemmel bir
şekilde geliştirip, uyguluyorlarmış.

Tanrılar bu durumdan memnun ama tedirginlermiş, gelişmeleri öyle başarılı ve
hızlıymış ki “insanlar bizim yerimizi alacaklar” endişesi yaşamaya başlamışlar.

Ve insanları denemeyi düşünmüşler belki hata yaparlar veya bir şekilde
gelişmeleri yavaşlar diye; bakmışlar ki insanlar şaşırmıyor, hata yapmıyorlar;
bu gelişmeleri görüşmek için bir toplantı yapmaya karar vermişler.

Toplantıda tanrılar insanların gelişmeleri üzerine konuşup
onları nasıl yavaşlatacağına dair planlar kurmaya başlamışlar. Hiç bir planı
beğenmiyor, “o olmaz”, “bu daha hızlandırır”, “asla olmaz, bu onları çok güçlendirir”
diye konuşurlarken, tanrılardan biri çıkmış ve “onları bölelim” demiş. Birden derin
bir sessizlik olmuş; uzunca bir süre kimse konuşmamış ve tanrının ne demek
istediğini anlamaya çalışmışlar.

Tanrı tekrarlamış “onları bölelim”, “Uykudayken.”

“Onları nasıl böleceğiz?” demiş başka bir tanrı şaşkınlıkla.

Tanrı gülümsemiş “onları kadın ve erkek olarak ikiye
ayıracağız” ve planı anlatmaya koyulmuş: “bir gece insanlar uykuya daldığında
bir araya gelecek ve insanları ve yeteneklerini  kadın ve erkek olarak ikiye bölüp dünyanın
çeşitli yerlerine dağıtacağız. Böylece uyandıklarında eskisi gibi güçlü
olamayacaklar.”

Tanrılar bu planı çok beğenmiş ve bir gece insanlar uykuya
daldığında onları bölüp uzak diyarlara savurmuşlar. İşleri bitince
sabırsızlıkla insanların uyanmasını beklemişler.

Gündüz vakti insanlar yavaş yavaş uyanmaya başlamışlar am
öyle yorgunlarmış ki yataktan çıkmak, hareket etmek onlara zor gelmiş. Sanki
gökyüzü çalınmış gibi, çok güzel, çok kıymetli ama adlandıramadıkları bir şeyin
eksikliğini hissediyor fakat söyleyemiyorlarmış.

Diğer yanda ise “Tanrı” diğer tanrılar tarafından alkışlanıp,
övgü dolu sözlerle kutlanmaktaymış.

Bir süre sonra insanlar tam da istedikleri gibi, çaresizlik
ve korku içinde kıvranmaya başlamışlar. Bu duyguları yalnızlık, haksızlık ve
pişmanlıklar takip etmiş ve sonunda düzen tamamen bozulmuş. Savaşlar başlamış,
savaşların yarattığı acı gözyaşı, açlık, kıtlık, sefalet insanların hayatına
egemen olmuş.

İnsanlar öyle kötü, öyle kötü duruma düşmüşler ki tanrılar bile
insanların acılarıyla başa çıkmakta zorlanıyorlarmış. Ve bir kez daha toplanıp
bu sefer de bu duruma çare aramışlar. Onlara güçlerini geri vermek ve onların
adil, başarılı, huzurlu olabilmelerini sağlamak istiyorlarmış ama bunu nasıl
yapacaklarını bilmiyorlarmış.

Yine aynı tanrı demiş ki ”Onları birleştirelim ve onlara
yeteneklerini geri verelim. Diğer yarısını bulan eskisi kadar güçlü olsun.”

İnsanlar ertesi gün uyandıklarında acılarının azaldığını
hissetmişler, kalplerinde nedenini çözemedikleri bir neşe, bir umut varmış.
Sanki çok uzaktan, narin ama teskin edici bir ses usuldan onları çağırıyormuş. Kalbinin
sesine kulak verip diğer yarısını bulan her kadın ve erkek eski güç ve
yeteneklerine tekrar kavuşmuşlar.

Cesaret! Yoksa…

Cesaret! Yoksa…

“Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer.” 

-Vincent Van Gogh

Psikotik epizotlardan ve delüzyonlardan mustarip Vincent Van Gogh’un resme başladıktan iki yıl kadar sonra 1882’de karakalem ve mürekkeple çizdiği Hüzün isimli tablosu “bölünmenin” yarattığı yalnızlığı derin bir şekilde anlatmakta. 

Ressamlık şaheseri olarak kabul edilen tabloda, Sien olarak bilinen 32 yaşındaki hamile bir kadın tasvir ediliyor. Kadın çırılçıplak bir taşın üzerine oturmuş ve dizlerinin üzerinde kavuşturduğu kollarına başını yaslamış hali ilk bakışta sizi çarpıyor. 

Uğradığı haksızlıkların öfkesi dinmiş geriye sadece keskin bir acı kamış. Ailesi, dostları çevresi tarafından bir şekilde terk edilmiş ve üstelik bir de başlamak üzere olan yaşamın sorumluluklarını üstlenmek zorunda. Çaresizliği öyle bir iz bırakıyor ki bu duyguya arkanızı dönmeniz imkansız, “Sien’in Hüznü” mutlaka bir yol bulup hayatınıza katılacak ve sizi seçimlere zorlayacak. Onun gözyaşlarını görmüyoruz ama duruşundan sıcaklığını hissedebiliyoruz.

Oylmpe de Gouges’in Kadın Hakları Bildirgesi'nin yayınlanmasından nerdeyse 100 yıl geçmesine rağmen, tabloda, bize umut verecek ne bir bulut ne de kadının omuzuna doğru uzanmış bir el var acısına ortak olmaya hazırlanan. Sadece terk edilmişlik, yalnızlık. 

Alın yazısını tek taraflı yazan, onu bulunduğu yere mecbur bırakan çevre, daha başka bir şey olabilme ihtimalini ve bununla birlikte yaşama sevincini de yok etmiş. 

Coelho’nun ifadesi ile “Kusursuz bir cinayet”

Bir insan aklında parlak düşünceler olmadan canlılığını nasıl koruyabilir?

İnsan, insanlığın yarattığı sistemde nasıl olur da terk edilir?

Simone de Beauvoir’ ın 1949 yılında yayımlanan The Second Sex (İkinci Cins) adlı kitabında kadınların, erkeğin ötekisi olmasını, kültürel değerler üzerinden açıklamış. Ona göre dünya erkek tarafından tanımlanmış. Doğa ise erkeğin bakış açısıyla yarattığı kültür tarafından; ikili karşıtlıklar, zıtlıklar ve simetriyle net ya da bulanık biçimde ifade edilmiş. 

Bu ifadeler toplumsal yapı hakkında elle tutulur bilgiler sunulmakta. 

Ona göre, erkek kendi bedenini dünyayla doğrudan birleştirirken, kadın bedenini hapsetmiş ve kendi bedeninde var olmayan her şeyi tuhaf olarak nitelendirmiş. 

Julien Benda ise 1Ocak 1946 yayımlanan kitabı Le Rappord d’Uriel’ de şöyle diyor “Yani bir erkeğin varlığı başlı başına anlamlı ama bir kadın bir erkeğin yokluğunda düşünülemez. Erkek kadına göre değil ama kadın erkeğe göre tanımlanmıştır. Erkek öznedir, bütün olandır, kadınsa ötekidir.” 

Beauvoir da öteki kavramını da şöyle açıklamış “İnsanlık erkektir ve erkekler “kadınları” kendi içlerinde, özerk bir varlık olarak değil, erkeğe olan konumuyla tanımlarlar” 

Hadi canım !  

'This Is a Mans World, This Is a Mans World 

...BUT It Wouldn’t Be Nothing Without A Woman or A Girl...'

16 Şubat 1966’da New York Stüdyosunda, James Brown yeri göğü inletecek Billboard R&B listelerinde 1 numara, Billboard Hot 100 listesinde 8 numaraya kadar yükselecek şarkıyı kaydediyordu.

Rolling Stone’un “İncil’e göre şovenist” olarak nitelendirdiği şarkı sözleri, modern uygarlığın tüm eserlerinin “erkeğin” çabalarına bağlarken, tüm bunların bir kadın olmadan hiçbir şey ifade etmeyeceğinden bahsediyor. 

'It's a Man's Man's Man's World' ün kompozisyonu sonraki yıllar içinde değişikliğe uğramış. Tammi Terrell olarak bilinen Tammy Montgomery, 1963'te aynı akor ve ritimler üzerine oturan 'I Cried'i kayderken; Brown, şarkının geçici olarak 'It's a Man's World' başlıklı bir demo versiyonunu için 1964 te stüdyoya girmiş. Bu kayıt daha sonra Completion’larda, The CD of JB ve Star Time'da piyasaya sürülmüş.

Birkaç yıl sonra, yaylı çalgıların ve kadın vokallerden oluşan bir koronun da yer aldığı yeni bir düzenleme için Sammy Lowe stüdyoya girmiş ancak koroya ait bölümler sonradan çıkarılmış.

Ve elbette James’in de bir arka kapısı var.

Brown şarkıyı, o dönemde birlikte olduğu kız arkadaşı “Betty Jean Newsome” ile birlikte yazmış. 

Newsome “Sözleri cinsiyetler arasındaki ilişkilere dair kendi gözlemlerine dayanarak yazdım” diyor ama zaman geçip James Brown‘la arasındaki ilişki sona erince Brown’u mahkemeye verip, telif hakkının kendisine düşen payının ödenmediğini ve aslında şarkıyı tamamen onun yazdığını açıklamış.

Newsome; Clamike Records aracılığıyla, Brown, King Records ve Dynatone’u şarkısının telif hakkını ihlal ettiği iddiasıyla dava edildiğine dair Mayıs 1966’da bir yazı yayımlatmış. Davanın sonucu ise belirsiz, sonucu ile ilgili bir kayıta rastlamadım.

Oysa insan en çok sevilirken ve severek öğrenir…

Oysa insan en çok sevilirken ve severek öğrenir…

Neyi bildiğimiz, bilmediğimiz zaman içinde değişiyor fakat kadın ve çocukların şefkat arayışı, hayatlarında olması gereken iyileşme, erkek merkezli dünyaya boyun eğmiş ve bundan fayda gören sessiz çoğunluğun alkışları arasında kayboluşunda bir yenilik yok.

Kadının ötekiliğinin bekçiliğini yapan kültürel değerlerle diğerlerini köşeye sıkıştırıp, sistemi geçici de olsa yönetenler tarafından tanımlanmış yaşam sistemine kendini teslim edenler ve ulaştıkları konforlu hayat: diğer yandan; yaşamın kenarına itilmişlerin, yorgunların, masumların neler görüp geçirdiklerinin şahidi olarak kalbim titriyor

Daha adil bir yaşam arayan gencecik insanların açmadan solması, soğuk kaldırım taşlarında sakız satmaya çalışan üç yaşında bir çocuk, bir annenin sokak ortasında kızının feryadına karışan son nefesi, vızır vızır işlek bir caddede kaldırıma oturmuş sanki bir şeyini kaybetmiş ve geriye hiçbir şey kalmamış gibi duran kasketli başka bir adam, varlıklarının anlamını insanın iştahı ile bir tutulan diğer yeryüzü canlıları, didik didik edilmiş topraklar, yanık kokulu ağaçlar, yumurtalarını bırakıp gidememiş leylek, boynuzlarına çiçek yerine ateş dolanmış geyik… Liste uzun ama ekran yeterince büyük değil; insanlık dışı inanışlar, adaletsizlik ruhlarımızı yaka yaka ilerliyor.  

Bununla beraber her yeniliğin ortaya çıkışı için doğal ortamın oluşması gerekir. İnorganik moleküllerin etkileşimleri sonucu organik moleküllerin ortaya çıkması, karmaşık moleküllerin oluşmasının gerektiği gibi. Ona bir de yıldız tozu eklenip hiç bilmediğimiz yerden bir kelebeğin kanatlarında bize doğru geliyor; 

Yok olmaya ve susmaya mahkum edilmişler için, bir çıkış kapısı ve hayatın adil bir temelden yeniden biçimlenmesi için verilmesi gereken bir mücadelenin nefesini taşıyor olabilir.

“Dünya” biricik evim… Hayalim, tam başımın üzerinde, gökyüzünde pembe bir bulut ve altında güzel, cana yakın, aldatmacalardan uzak, yeryüzünün diğer canlılarıyla birlikte kutladığım bir bahar sevinci; beni senden ayıran “yeryüzünü” asla affetmeyeceğim...

Popular Articles

Latest Articles